Yüzelli yıldan bu yana, İstanbulda kayıkçılık. Sonra Haydarpaşa garı.. İlkin geldikleri yer Kurbağalıdere de olabilir. Başka yerler de. Ama ortadaki meraklı olay... Şu bilmezin, deniz görmemişin denizden ekmeğini çıkarması...
Burası Çankırı’nın Apsarı köyü. Yüz yirmi evlik. Düzlükte. Uzun telli kavakları var. Toprağını dersen susuzluktan yarılmış, kıraç. Susuzluktan yarılıp da diş diş olmuş tarlalar bire üçten fazla vermez. Netsen, neylesen vermez.
Bu bire üç verimi de yağmura, kara bağlı. O yıl yarıyacak kadar kar, yetecek kadar yağmur yağmamışsa yandın battin. Bir tek tane bile kaldıramazsın topraktan. Tohumların çürür gider. Karıncalara yem olur gider.
Ve burası Kadıköy İskelesi, ve burası Haydarpaşa garı. Haydarpaşaya, siyah, sağlam, durmuş oturmuş, çirkin taşlarına kar yağıyor. Kadıköyün denizine kar yağıyor. İnsanlar üstüste, insanlar biribirlerine abanmışlar vapurdan çıkıp, vapura biniyorlar. Paltolarına, gocuklarına, kürklerine sarınmışlar. Trenden inip, trene biniyorlar. Kadıköy İskelesi, Haydarpaşa garı binbir ayak. |
Apsarı’nın yanından küçücük bir çay akar. Kıyısında sıska söğütler, telli kavaklar çatlamış toprağı gölgeler. Hep düzlük, hep çatlamış toprak, hep dayanılmaz sıcak.
Bu küçük çay da yazın kurur mu sana. İçecek suyu bile zor bulursun.
Apsarı köyü oldu olalı, kendini bildi bileli gurbetçi
Apsarı köyü yüz yirmi evlik. Apsarının tarlası öylesine az ki, her yıl güzel güzel yağmur yağsa, toprak da bire üç yerine, bire beş verse gene köylüyü geçindirmez.
Apsarı köyü Apsarı köyü oldu olalı, kendini bildi bileli gurbetçi.
Orta Anadolunun kıracı, Karadenizin kayalığı, Eğin’in, Erzurum’un, Dersimin dağları gibi gurbetçi.
Görüntü uçsuz bucaksız, bir iki söğüt, telli kavak.. Yalnızlık koydukça koyar. Başını al da düş yollara. Başka bir çaresi, mümkünü yok.
Ver elini İstanbul, ver elini Çukurovanın tarlaları, ver elini İzmirin inciri, ver elini..
Tez gel ağam tez gel, olma muhanet Gurbet icat eden görmesin cennet Ver elini gurbet türküsü..
Ve burası Kadıköy İskelesi, ve burası Haydarpaşa garı. Haydarpaşaya, siyah, sağlam, durmuş oturmuş, çirkin taşlarına kar yağıyor. Kadıköyün denizine kar yağıyor. İnsanlar üstüste, insanlar biribirlerine abanmışlar vapurdan çıkıp, vapura biniyorlar. Paltolarına, gocuklarına, kürklerine sarınmışlar. Trenden inip, trene biniyorlar. Kadıköy İskelesi, Haydarpaşa garı binbir ayak. İnsanların üstüne kar yağıyor. Saat sabahın yedisi. Ve güzelim İstanbul, bilcümle sivri binareleriyle kar altında, İstanbul üşümüş, İstanbul büzülmüş soğuktan. İstanbul ellerini koynuna sokmuş.
Ve Kadıköy iskelesinin denizinde bir sıra kayık ve kayıkların içinde kayıkçılar. Omuzlarında İstanbulun kar’ı. Kadıköyden Haydarpaşaya götürmek için yolcu bekliyorlar.
İki kadın, bir çocuk merdivenleri inip beklediler. En öndeki, sıradaki kayıkçı kayığını kıyıya çekti. Kayıkçı sarışın bir genç.
“- Buyurun efendim,” dedi.
Çok terbiyeli. Kadınları ellerinden tutup kayığa aldı. Sonra da çocuğu. Küreklere asıldı, kara dumana boğulmuş Haydarpaşaya çekti. Güçlü bir çekişi var kürekleri ve usta elleri..
Çankırılı Mustafa...
Bir başka kayığa da ben bindim. Kayıkçı yaşlı. Bilekleri kıllı ve kalın. Kılları ağarmış. Saçları, gür kaşları ağarmış. Altmış beşten yukarı.
“- Adın ne?” dedim.
“- Mustafa,” dedi.
“- Nerelisin.”
“- Çankırılı.”
“- Nereliyim dedin baba? Haaa?”
“- Çankırılı oğul. Çankırının Apsarı köyünden.”
“- Çok güzel kürek çekiyorsun.”
“- İşimiz.” “- Ben Karadenizli sanmıştım seni.”
“- Herkes öyle sanır.”
“- Buradaki kayıkçılar içinde senden başka Orta Anadolulu yok herhalde. Sen de nasılsa...”
“- Şu gördüğün kayıkçıların tümü de Apsarılı.. Çankırının Apsarı köyünden.”
“- Öyleyse köyünüzden büyük bir su akar.”
“- Kel bir çaydan başka su akmaz. O da yazın kurur.”
Mustafa Ağa ilk denizi görünce şaşmamış. Ben de Orta Anadolunun kıracından kopup gelip de İstanbulun denizinde usta kayıkçı olan Mustafa Ağanın haline şaşmadım. “- Kaç yıldır gelirsiniz?”
“- Ben kendimi bildim bileli geliriz.”
“- Nasıl icat olunmuş bu iş buraya? Apsarı köyü nasıl düşmüş denize?”
“- Uzun iş. Bir gün gel sana anlatırım.”
Mustafa Ağanın yakasını bırakmadım.
“- Burada çok eskiden, zamanını iyice bilmiyorum, benim dedem zamanında belki, buranın kayıklarını bir Rum çalıştırırmış. Bizim köyden birisi de o Rumun yanında çıraklığa yelermiş. Birkaç kuruş kazanıp köye yollarmış. Bunun yanında uzun zaman çalışmış. Usta kayıkçı olmuş ki, olmaya gitsin. Ama Rum ona hakettiği kadar parayı hiç bir zaman vermezmiş. Bir gün Rumla kavga etmişler. Adam bunu yanından koğmuş. Bizimki de bir kayık almış, başlamış çalışmağa. Rumun adamları bizimkini çalıştırmamışlar burada. Döğmüşler. Eskiler böyle anlatıverdiler. Bizimki de soluğu köyde almış. Uşakları başına toplamış, mesele böyle, böyle, böyle demiş. Haydi gidelim, İstanbul’a.
Ve Kadıköy iskelesinin denizinde bir sıra kayık ve kayıkların içinde kayıkçılar. Omuzlarında İstanbulun kar’ı. Kadıköyden Haydarpaşaya götürmek için yolcu bekliyorlar. |
Kadıköy-Haydarpaşa arasında...
Kadıköyle Haydarpaşa arasında kayıkçılık yapalım. Amanın, bizim uşaklar nasıl gitsinler de Kadıköyde kayıkçılık yapsınlar? Bu olacak iş mi? Çoğu daha denizin yüzünü görmemiş. Ama, öteki adamın da hemşerilerine ettiği onurlarına dokunmuş. Tam böyle anlatıverirler eskiler. Bizimki de demiş ki, şurada varız on kişi, İstanbula varınca kırar sırar, iki kayık alırız, bir de benim kayığım var, etti mi üç? Ben sizin hepinize kayıkçılığı, denizi, yüzmeyi öğretirim. Sonra biz de nöbetleşe üç kayıkta çalışmağa başlarız. Böyle yapmışlar, gelmişler İstanbul’a. Yaz günüymüş. Almışlar kayıkları, başlamışlar talime. Tam altı ay talim etmişler. Ondan sonra başlamışlar Haydarpaşayla Kadıköy arasında adam taşımağa. Rumun adamlariyle de kavga uzun zaman sürmüş. Ama bizim köyden bundan sonra gelen gelene. Tabii bizim köylüler onları oradan püşkürtmüşler. Kadıköyle Haydarpaşa arasının denizi bizimkilerin olmuş. O gün bu gündür Apsarılılar buraya gelir gelir giderler. Ovamızda tarlamız, bağımız, bahçemiz, kapımızda sığırımız.. İstanbulda da kayıklarımız... gurbet zor. Ne de olsa, denizimiz, yerimiz yurdumuz da olsa gurbet zor.”
Dün Kadıköye gidince ilk işim Mustafa Ağayı aramak oldu. “Yok,” dediler. “Köye gitti. Yazın gelir ancak,” dediler. “Kışın o kadar iş olmaz. Kar yağarken işler çok kesat gider.”
Bu köy kaç yıldan beri gelir de burada kayıkçılık yapar? Sordum soruşturdum bilen yok.
Mustafa Ağa altmışbeş yaşında. Mustafa Ağanın babası da kayıkçılık yapmış burada. Onun da babası. Demek ki, şöyle düz hesapla yüz, yüzelli yıl.
Yüzelli yıldan bu yana, İstanbulda kayıkçılık. Sonra Haydarpaşa garı.. İlkin geldikleri yer Kurbağalıdere de olabilir. Başka yerler de. Ama ortadaki meraklı olay... Su bilmezin, deniz görmemişin denizden ekmeğini çıkarması...
16 ŞUBAT 1960
(“Yaşar Kemal Röportaj Yazarlığında 60 Yıl”, Yapı Kredi Yayınları)
NOT: Yazının aslına uygun kalındığından yazım yanlışları vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder